Egitim Sitesi (Sbs,Öss,Kpss) Öncesi Hazırlık Sitesi

Üye Olarak Hiç Bir Şey Kaybetmessiniz. Sadece Daha İyi Hizmet Alırsınız. Tr-Egitim.Forum

Join the forum, it's quick and easy

Egitim Sitesi (Sbs,Öss,Kpss) Öncesi Hazırlık Sitesi

Üye Olarak Hiç Bir Şey Kaybetmessiniz. Sadece Daha İyi Hizmet Alırsınız. Tr-Egitim.Forum

Egitim Sitesi (Sbs,Öss,Kpss) Öncesi Hazırlık Sitesi

Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.


    Nükleer silah, nükleer enerji ve insan

    avatar
    ZikZaq15
    Ögrenci
    Ögrenci


    Mesaj Sayısı : 32
    Paylaşım Gücü : 25900
    Üye Rep Gücü : 10

    Nükleer silah, nükleer enerji ve insan Empty Nükleer silah, nükleer enerji ve insan

    Mesaj tarafından ZikZaq15 Çarş. Ekim 06, 2010 6:50 pm

    Nükleer silah, nükleer enerji ve insan


    Uranyum elementi, 1789 yılında Berlinli bir kimyacı tarafından keşfedildikten sadece ikiyüzyıl sonra insanlık, yaptığı nükleer silahlarla dünyayı 67 kez yok edebilecek bir güce sahip olmuş, 250,000 yıl saklanması gereken radyoaktif atıklarla başbaşa kalmıştır.Radyasyontehdidi, etkilerini ancak hastalandıktan sonra öğrenebildiğimiz, genlerimizle çocuğumuzun çocuğuna aktarılan bir felakettir. Sorun sadece radyasyon mu? Tabii ki hayır. Sanayi kaynaklı diğer sorunlar da bizleri, geri dönüşü olmayan bir yola götürüyor, ama nükleer silahlar ve enerji santrallarından kaynaklanan radyasyonun benim için çok farklı bir yeri var. Gücü yani iktidarı elinde bulunduranların hırsı, sihirli lambayı bulmuş gibi nükleer santrallara ve silahlara sahip olmanın verdiği hazla herkesi ve herşeyi ezip geçmeye devam ediyor.

    Uranyum keşfedildikten yaklaşık yüzyıl sonra radyoaktif maddeler tanımlanmaya, gelecekte olabilecek yararlarından söz edilmeye başlanmıştı. O zamanlar bu yararların önemi henüz anlaşılamadığından, bu konuda uğraşan bilim insanları çalışmaları için yeterli kaynak bulamıyordu. Buna karşın parasızlık kendilerini bilime adayanların heveslerini kırmıyordu. Birçok mucite para kazandırmayan bu buluşlar, yeni zenginlerin ortaya çıkmasına ve sanayinin gelişimine büyük katkıda bulundu. İlerleyen zamanla beraber, sorgulanmayan teknoloji, doğaya ve kendini yaratan insana çeşitli zararlar vermeye başlamıştı. Radyasyonun çok daha sonra anlaşılan zararları gibi sanayinin yarattığı sorunlar da çoğunlukla ya göz ardı edildi ya da önemsenmedi. Ama bunlardan hiçbirinin yarattığı yıkım, sonu nükleer bombalara varan bu radyoaktif maddelerin yarattığı yıkım kadar olmadı.
    Kitaplarda insanlığın hizmetinde diye anlatılan ve birçok alanda da ilk kadın olma ayrıcalığını elde eden Marie Curie, radyoaktivite ile ilgili çalışmalarıyla bir dönüm noktası yaratmıştır. 1903 yılında radyoaktivite üzerine yaptığı doktorasını büyük bir başarıyla tamamlarken aynı zamanda, radyasyon hastalığının belirtilerini de beraber çalıştığı kocasıyla aynı zamanda hissetmeye başlamıştı. Doktorasını kutladıkları akşam, kocası Pierre Curie arkadaşlarına karanlıkta parlayan radyum tüpünü gösterirken parmak uçları yanmış gibi kırmızı ve yaralı haldeydi. O zaman henüz ne olduğunu bilemedikleri radyasyon hastalığının etkisindeydiler. Birçok zararı daha sonradan anlaşılan ve hala da bilinmeyen radyasyon, insanlığın üzerinde çalıştığı en tehlikeli konulardan biri olarak karşımıza çıkmıştır.

    Curieler de buluşlarından para kazanmayı ilke edinmemişlerdi. Başkaları bu buluşlardan çok paralar kazanmıştı ama 1920'lerde radyumdan yapılmış Radyum Vita adlı yüz pudrasını kullanan kadınların kanser olma olasılığı vardı. Saat endüstrisinde çalışan ve radyoaktif boyalar kullanan işçilere, fırçaların ucunu inceltebilmek için dilleriyle düzeltmeleri söylenmişti. Bu işçilerin çoğu daha sonra "radyum çenesi" denilen kanser türünden öldüler.

    nükleer bombanın babası
    Bir sorunun parçası olduktan sonra, kendinizi temize çıkarmak isterseniz bir neden bulabilirsiniz. Nazi Almanyası'nda insanları yakanlar olsun, atom bombalarını patlatanlar olsun bu değişmiyor. İlk atom bombasının yapımında büyük emeği geçen Robert Oppenheimer şöyle diyor:"Bir hidrojen bombasının kullanılıp kullanılmayacağına karar vermek bilim adamının sorumluluğu değildir. Bu sorumluluk Amerikan halkına ve onların seçilmiş temsilcilerine aittir." Oppenheimer, Japonya bombalandıktan yıllar sonra hidrojen bombası yapımında çalışmayı reddettiği için "vatan hainliği" ile yargılanmıştır. Bu anlayış elbette ölen insanları geri getirmemiştir. Albert Einstein da Oppenheimer gibi bir bilim insanıydı ve böyle bir bombanın yapılmasını istemekle büyük bir hata yaptığını çok önceden farketmişti. Dünyada bir pasifist olarak tanınan Einstein, ABD başkanı Roosvelt'e bir mektup yazıp atom bombasının kullanılmamasını istemiştir. Hayatı boyunca nükleer silahlara karşı çıkmış ve hiç bir zaman atom bombası projesine katılmamıştır.
    Uzun süren çalışmalar sonunda ABD ilk nükleer bomba denemesini New Mexico çölünde yaptı. Atom bombası başarıyla patlatılmış ve sıra insan üzerindeki etkilerini görmeye gelmişti. II. Dünya Savaşı'nın sonuna gelindiğinde 1945 Mart'ı ile Temmuz'u arasında 63 kent havadan bombalanmış ve 1 milyondan fazla sivil ölmüştü ve Japonya neredeyse teslim olmak üzereydi. ABD özellikle üç kenti (Hiroşima, Nagazaki, Kokuba) hiç bombalamamıştı. İlk atom bombası 6 Ağustos 1945'te Hiroşima'ya, üç gün sonra da ikincisi Kokuba'nın üzeri bulutlu olduğundan Nagazaki'ye atıldı. Birkaç saniye içinde toplam 100 bin, aradan geçen 50 yıl içinde de 300 binden fazla insan öldü. Hala da yılda yaklaşık 1,500 kişi ölmektedir. ABD yaptığı bu deneyle tüm insanlığı dize getirdiğine inanıyor olmalıydı.
    Bombalar patlamış, insan üzerindeki etkileri görülmüştü. Artık nükleer silahlanma hızlanıyordu. Silahların geliştirilmesinde en önemli araç ise denemelerdir. Denemeler silahların geliştirilmesinde önemli bir rol oynuyordu ve bunları mantar gibi, havada, yeraltında patlatanlar çevreye verdikleri zararı açıklamaktan herzaman için kaçındılar.
    Denemeler ardından yapılan açıklamalar, her zaman her şeyin yolunda olduğu şeklinde olmuştur. Öyle ki ABD, yıllar sonra sonuçları ortaya çıkacak hastalıkları bilmeden bir deneyin parçası olarak kullanılan kendi askerlerine bile nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya kaldıklarına dair bilgi vermemiştir. ABD denemeler sırasında askerlerinden başka masum yerli halkları da kullandı. Birleşmiş Milletler tarafından ABD'ye emaneten verilen Marshall adalarından bir olan Rongelap, 1954 yılında yapılan "Bravo" isimli bir deneme sonucunda tamamen kirlenmişti. 1957'de halkın geri gönderilmesine karar verilmiş, ama yapılan inceleme ve raporlar sonucunda karar geri alınmıştı. Buna rağmen insanlar dünyanın en kirli bölgesine bile bile gönderildi. Gerekçe ise: "Yerlilerin; biz batı insanı, yani medeni insan gibi yaşamayan bu insanların, herşeye rağmen bize farelerden daha çok benzediği" ve bu nedenle radyasyonun insan üzerindeki etkilerinin böylelikle daha iyi belirlenebileceği düşüncesiydi.
    Sadece ABD mi? Tabii ki hayır; 1953 yılında Sovyetler Birliği'nde yapılan hidrojen bombası denemesinde 40 köylü kobay olarak kullanılmış ve 1990'a gelindiğinde bu insanların sadece 7'si hayatta kalmış, diğerleri elli yaşını dolduramadan çeşitli kanserler yüzünden ölmüştür. Ülkenin elliden fazla yerinde yapılan denemeler sonucunda, Türkiye'nin beş katı kadar bir alan, yani ülkenin %18'i (4 milyon km2) radyoaktif kirliliğe maruz kalmıştır. Fransa, Pasifik'teki nükleer denemelere başlamadan önce Polinezya başkentindeki tek askeri hastaneyi askeri doktorların kontrolüne verdi. 1966 yılına kadar sağlık verilerini yayınlayan Polinezya resmi gazetesine denemeler başladıktan sonra sağlıkla ilgili istatistikleri yayınlaması yasaklandı. Denemeler sonucu hastalanan insanlar, hastalıkları ve nedenleri hakkında konuşmamak koşuluyla Fransa'ya götürülerek tedaviye alınıyor, eğer birisiyle konuşan olursa Polinezya'ya geri gönderilip ölüme terk ediliyordu. Zamanın Fransa Cumhurbaşkanı De Gaulle'e "neden Fransız Polinezyası'nın seçildiği" sorulduğunda, o şöyle cevap vermişti: "Fransız Polinezyası'na Fransa'ya bağlılığından dolayı teşekkür etmek için, oraya bir atom deneme merkezi kurulmasına karar verdim." Çin'de yapılan denemelere ilişkin resmi bilgi alınamamasına karşın, deneme bölgesi etrafına yedi toplama kampındaki 40 bin mahkümun her denemede 5 bin ila 10 bin kadarının deneme bölgesine gönderildiği; bu mahkümların ise sadece muayene edildiği, ama tedavi edilmediği çeşitli kaynaklarda yer almaktadır.
    ABD, Nevada'da kızılderililerin; Sovyetler Birliği, Kazakistan'da, Novaya Zemlya ve İçasya bölgelerini; İngiltere, Güney Avustralyalı yerlilerinin yaşadıkları yerlerde; Fransa, önce Cezayir'i daha sonra ise topraklarından kilometrelerce uzaklıkta Pasifik'teki adaları ve;Çin, Uygur Türkleri'nin; bu denemeleri yapmış ve silahlarını geliştirmiştir.

    barış için atom
    Enrico Fermi Chicago'da, atom bombası yolunda yeryüzündeki ilk nükleer reaktörü yaptı ve bu teknolojinin gördüğü ilgi gene "askeri amaçlar" doğrultusunda oldu. Bir atom denizaltısına konulmak üzere geliştirilen reaktör, önce Amerikan daha sonra dünyanın diğer reaktörlerinde kullanılacak bir teknolojiyi içeriyordu.(6)
    1954 yılında ABD başkanı Eisenhower "Barış için Atom" programını başlattı. Bu muazzam güçten elektrik elde edilebilirdi ki, bu da bombaların yarattığı korkunç imajı temizlemek için iyi bir gerekçeydi. Amerika'da reklam kampanyaları ile birlikte santrallar da mantar gibi bitmeye başladı. Atom o kadar iyi bir şeydi ki; uçaklarda, arabalarda, gemilerde kullanılabilirdi, tarımdan tıp alanına kadar bir çok alanda insanlığa "faydası" olabilirdi.(7)
    Enerji santralları bir yandan elektrik, bir yandan da plütonyum üretiyorlardı. Enerji, tüketim toplumu için, üretilen enerjiden arta kalan plütonyum ise askerler ve politikacılar içindi. Şu ana kadar 2.000'den fazla nükleer bomba "deneme" adı altında patlatıldı. 1963'te yasaklanıncaya kadarsa bu denemeler yerüstünde yapılıyordu. SSCB ve Çin, nükleer santral ve denemeleri belki tüketim toplumunu esas alarak yapmadı, ama yine kapitalizmin kullandığı aynı sömürü mantığıyla yaptı. Böyle bir silaha sahip olmak öylesine önemliydi ki, devletler milyarlarını bu silahlara yatırmakta hiçbir sakınca görmedi. Bu silaha sahip olmanın anlamı, milyonlarca insanı birkaç saniyede yok edebilecek bir tehdit aracına sahip olmaktı.
    Nükleer enerjiden elektrik elde etme düşüncesinin başta askeri amaçların bir yan ürünü olarak ortaya çıktığını söyledik. Gelelim ticari enerji santrallarının bugününe... Yıllar sonra özellikle Fransa'nın elektrik kurumu EdF, büyük bir borç batağına saplanmıştır. Hala devam eden bu borçların atom bombasıyla olan ilişkisi de şöyle: Nükleer teknoloji pahalı bir teknolojidir. Uranyum madenden çıktıktan sonra doğrudan santralda kullanılamaz, işlemek gerekir. Atıkların ise 250 bin yıl boyunca doğa ile olan ilişkisini kesmek gerekir ki, nükleer endüstrinin başlangıcından bu yana elli yılda bunun bir çözümü bulunamamıştır.Güvenlik, reaktör sökümü v.s. için küçümsenemeyecek paralara ihtiyaç vardır ve giderlerin büyük kısmı elektrik faturalarına yansıtıl(a)maz. Dolayısıyla nükleer enerji hükümetler tarafından sürekli olarak sübvanse edilmektedir. Çünkü amaç elektrik üretmekten çok, tükenmiş yakıt çubuklarından plütonyum ayrıştırarak stratejik amaçla silahlara sahip olmaktır. Ayrıca sorunlar o kadar çoktur ki, arap saçı gibi bir türlü çözülememektedir. Uygun reaktör tipleri denenmekte ve hepsinde de başka başka sorunlar ortaya çıkmaktadır. Bu teknolojiyi geliştirmiş olan ülkelere baktığımızda Fransa gibi en önde gelenlerin bol miktarda atom silahına sahip olduğunu görüyoruz.
    Sadece teknolojiyi geliştiren ülkeler değil, sonradan geliştiren ülkeler de etrafına korku saçıyor. Şu ara Hindistan'la nükleer deneme yarışına giren Pakistan gibi, bir reaktör kurmak üzere çalışma yapan İran da bir "islam bombası" için herşeyi yapabilecek durumda. Fikirlerini dünyaya yaymak için bir tehdit aracı olarak kullanılan bu bombalar hedeflerine vardığında ortada galip ya da mağlup taraf olmayacak.
    Radyasyona maruz kalan kişiler onyıllar sonra bir kanser türünden ölebilir, başka hastalıklara yakalanabilir ya da kuşaklar sonra sakat çocukları olabilir. Santral olsun, nükleer deneme alanı olsun, çevresinde yaşayan birinin beş duyusuyla algılayamadığı radyasyona karşı korunması için bilgilenmesi tamamıyla bilim insanlarının ve onların maaşını ödeyen politikacıların elinde. Kısaca nükleer santralda bir kaza meydana geldiğinde, bizim sağlığımız tamamıyla o santralda çalışanların, yani teknik insanların insafına kalmış demektir. Bu bir paranoya değil tartışmasız bir gerçektir.

    türkiye
    Dünya "Atom Çağı"nda hızla ilerlerken, Türkiye'de neler oldu acaba? Türkiye'de 1960'lı yıllarda başlayan nükleer santral heyecanı hala devam ediyor. Son otuzbeş yıl bir nükleer santral yapma hayaliyle geçerken, iki ihale girişimi de başarısızlıkla sonuçlandı.
    Yetmişli yıllarda - hatta şimdi de - "nükleer santral olmazsa mahvolduk" denilirken, 1998 yılına gelindiğinde sadece iki tane araştırma reaktörü yapılabilmiş ve bol nükleer mühendis yetiştirilebilmiştir. Araştırma reaktörlerinden biri İTÜ'de diğeri ise İstanbul'da Çekmece Nükleer Araştırma Merkezi'ndedir. Çekmece'deki reaktör yıllarca çalıştıktan sonra, birden tesisin depreme karşı yeterli dayanıklılıkta olmadığı açıklaması yapılıp reaktörün çalışması durduruldu. Yaklaşık 2 yıldır çalışmıyor. Türkiye'nin ilk nükleer santralı denebilecek Çekmece'deki bu araştırma reaktörü ile ilgili bilgiler için, nükleer mühendis Prof. Dr. Tolga Yarman'ın yaşadıkları konuyu özetleyecektir: "Şurası bir vakıa ki; ABD, bize bir reaktör vizesi çıkartmasa; ne kadar küçük, ne kadar bebek olursa olsun, bir nükleer reaktörümüz olmazdı. Nitekim 1978'de, çeyrek megawatlık (oyuncak) bir üniversite araştırma reaktörümüzünnükleer yakıt izninin çıkartılması için ne kadar çok uğraştığımızı hatırlıyorum. (Başardık ama, gerçekten yok yere, uğruna deveye hendek atlattık.) Peki neden ABD bu reaktörü bize verdi, derseniz Prof. Yarman devam ediyor:"Olay; Türkiye'de Jüpiter füzelerinin konuşlandırılacak olmasını içeren bir askeri nükleer evreyi işaret ediyor. Daha o zamanlarda, (1960) Türkiye'de Sovyetler Bİrliği'ni topyekün imha edecek kadar çok silah bulunuyor. Bu silahlar dolayısıyla; Türkiye: bir Sovyet nükleer tehdidi altına alınmış durumda... ABD bize ülkemizde mevzillenmiş, sayılamayacak kadar çok nükleer bombası yanısıra, küçük bir reaktör yolluyor: Biz de "Barış için Atom" yönelişine, tabiatıyla, "çok iyi niyetlerle" koyuluyoruz.
    Aradan geçen yıllar içinde Türkiye bir nükleer santral yapmayı beceremedi. Birkaç defa üzerinde çalışılan ama sonu gelmeyen girişimler, 1992 yılında Süleyman Demirel'in nükleer santral yapılacağını açıklamasıyla tekrar gündeme geldi. Oysa 1986 Çernobil kazasından sonra proje rafa kalkmış ve Türkiye Elektrik Kurumu'ndaki ilgili daire kapatılmıştı. Şu anda 1998 yılındayız ve Haziran sonunda ihaleyi alacak konsorsiyumun belli olacağı yolunda açıklamalar var. İhale bu sefer bir sonuca ulaşabilir ya da otuz yıldır olduğu gibi ve bu kez sonsuza kadar ertelenebilir. Ama ilk defa inşaat aşamasına bu kadar yaklaşıldığı da acı bir gerçek. Türkiye'de böyle bir geçmişi olan ve gelecekte de bir damla dahi umut vaadetmeyen nükleer enerjinin, politikacılar, biliminsanları ve teknokratlar tarafından varolan tek seçenek gibi dayatılması; yörede yaşayan insanların sesini duymazdan gelinmesi; dahası dünyadaki değişimlerin dikkate alınmamasının yorumunu sizlere bırakıyorum.
    Türkiye'nin enerji geleceği bir yana, benim karşı çıkmam için olayın çevresel boyutu ve konun yalnızca uzmanların elinde olması yeterli. Bu yazıda Türkiye'nin enerji politikası bundan sonra şöyle olsun ya da olmasın demeyeceğim. Çünkü ne olursa olsun bu tip politikalar içinde, varolan sistemden kaynaklanan bir sömürü anlayışı var. İnsanlığa vaadedilen "refah" ise kuyruklu bir yalan. Elektriği nükleerden ya da başka neden gelirse gelsin yeni kurulacak tesislerde çalıştırılacak olan insanlar, şimdiye kadar varolan anlayış uzantısında sömürülmeye devam edilecektir. Sömürülenler sadece çalışanlar değil, üretilenlere sahip olmak için vitrinlerin önünde bekleşen ve birbirinin kuyusunu kazan herkes olacak, zaten oluyor da. İnsanlar teknolojinin "nimetleri" olmadan da yaşayabileceklerini, hem de sağlıklı varolabileceklerini anlamayıp, teknolojinin yarattığı sorunları gene teknolojiyle çözmeye çalışırken, sonu boka varan bir çukurun içine kayıyor. Bizleri kaydıranlar da en son bu kaydırağa binmek zorunda kalacaklar.
    Yardımlarından dolayı İhsan Catay'a bol teşekkür...


    Plüto: Klasik mitolojide ölülerin ve öbür dünyanın (Cehennem'in) tanrısı.
    Plütonyum:15 kadar izotopu bulunan yapay metalik element. Nükleer reaktörlerin çalışması sırasında üretilen bu maddenin 4-5 kilogramı bir atom bombası yapmak için yeterlidir. Üst düzeyde toksik ve kanserojen bir madde olan plütonyum, çıkardığı alfa ışınları ile canlı dokuyu tahrip eder, onyıllar boyu doku içinde kalarak kemik kanseri, akciğer kanseri, kan kanseri (lösemi) ve diğer kötü huylu tümörlere, en önemlisi de kuşaklar boyu sürecek genetik yıkım ve sakatlıklara neden olur. Plütonyumun ömrü 250.000 yıldır.

    "Otomobilinizin benzin deposunu haftada 2-3 kere doldurmak yerine, vitamin hapı büyüklüğündeki bir atom enerjisi kaynağı ile bir yıl yolculuk yapabileceksiniz... Daha büyük boyutlu enerji kaynakları, endüstri çarklarını döndürmek için kullanılacak ve böylece Atom Enerjisi Çağı'nı, Bolluk Çağı'na dönüştürecek... Atom Enerjisi Çağı'nda hiçbir beyzbol maçı yağmur nedeniyle ertelenmeyecek. Hiçbir uçak sis yüzünden inişini geciktirmeyecek. Hiçbir kent fazla kar nedeniyle trafik sıkışıklığı yaşamayacak. Yazın tatil yerleri hava durumunu garanti edebilecekler, yapay güneşler çiftliklerde olduğu gibi iç mekanlarda mısır ve patates yetiştirilmesini kolaylaştıracak."
    D. Dietz, Gelecek Dönemde Atom Enerjisi, 1945 •İngiltere'deki nükleer bir tesisin çevresinde de kan kanserleri ortaya çıkarken çocukların dişlerinde, sadece nükleer tesislerde üretilebilen plütonyuma rastlandı. Tüm bedenleri radyoaktif atık düzeyinde kirlenmiş 700 kadar güvercin imha edildi.
    •1995 yılında Japonya'da, Monju nükleer santralında olan bir kazada işçiler radyasyona maruz kaldı. Olay kamuoyuna bir sorun olmadığı şeklinde duyurulmak istenirken, kaza sırasında santral içinde çekilen video kaset yanlışlıkla tümüyle televizyonlarda yayınlanınca herşeyin yalan olduğu ortaya çıktı. Ardından olayı soruşturan komisyon başkanı hara-kiri yaptı. Dava devam ediyor.
    •Türkiye'de ilk reaktörün yapılmasının planlandığı Akkuyu'nun 25km güneyinden geçen bir "fay hattı" var. Prof. Özemre'ye bilimsel bir kongrede sorulan "Aktif olduğu bir üniversite raporu ile saptanmış olan bir fay hattı yakınına nükleer santral yapmak ne kadar doğrudur?" sorusuna verilen cevap şudur: "Vız gelir tırıs gider o rapor ."
    •İngiltere'de devlet 1957 yılında olan önemli bir kazanın gerçek boyutlarını, kendi halkına tam 26 yıl sonra 1983'te duyurdu.
    •Sovyetler Birliği'nde 1958 yılında olan bir kaza ise 20 yıl sonra batıya iltica eden bir bilim insanının açıklamasıyla öğrenildi.
    •26 Nisan 1986'daki Çernobil kazası, 2 gün sonra İsveç tarafından dünyaya duyuruldu. Sovyetler, önce ne dünyaya ne de kendi halkına bir açıklama yaptı, Kiev'de 1 Mayıs törenleri sırasında kendi yurttaşlarını bile uyarmadı. Türkiye'de ise bizler radyasyonla kirlenmiş yiyecekleri yedik, çayları içtik. Avrupa ülkelerinde çeşitli ürünler yasaklandı ve Türkiye'den ithal edilen ürünler geri gönderildi. O zaman Türkiye Atom Enerjisi Kurumu Başkanı olan A. Yüksel Özemre; herşeyi korkmadan yemeyi tavsiye ederken, büyük bir pişkinlikle "benim zavallı halkım ne anlar radyasyondan" dedi.
    •1997'de Fransa'da çevresinde kan kanserleri ortaya çıkan bir nükleer tesisin radyasyonla kirlettiği kumsal çevre gruplarının baskısı sonucunda halka kapattırıldı

      Forum Saati Çarş. Kas. 27, 2024 7:46 pm