Köşe Yazısı Nedir?
Köşe yazısı; dönekler ve bildiğini yazanlar olarak iki ayrı kategorideki fikir sahiplerinin , gazete sayfasının sağ veya sol üst köşelerine yazdıkları , günlük olayları, sevgililerini , ekonomiyi , politikayı , bazen sivri dille bazen komik bir tavırla bizlerle paylaştıkları pencereciklerdir.
Örnek Köşe Yazısı: Sırrın Ağzı - Mehmet Öztunç
“Kalbini unutan neye benzer.”
Bıçağın insan tenine yaptığı yolculuklar… ve o yolculuklar öncesi ruhların duyduğu ürperti…
Bütün sakinlerinin öldüğü eve giren biri, o tanıdık ölüleri hatırlayınca neler hisseder? Tavanda biriken örümcek ağları, hangi puslu yüzlere karşılık gelir?
Geçmişine dönen ben, tenimdeki bıçak izlerini gördüm ve ruhum parçalandı.
Geçmişten şimdiki zamana uzanırken “ölü evinden hatıralar” toplamak için geçmiş zamana döndüm.
Gölgemiz mi bize yakındır; bizi izleyen tehlikeli bir çift adım mı? Gölgemin yanında bir çift tehlikeli adımla dolaştım, o kirli yurt koridorunda. Lekeli halıya karışan tahtakurularının salya kokusu, havaya kasvet katarken araladım, o incecik kapıyı. Kirpiklerim, uçlarında ıslak taneciklerle ağırlaştı. Bıçağın, iştahla köpüren tenlere yaptığı yolculuklara benzer bir kırılma yaşadım, geçmişin kuytu ve uzak kıyılarına yaptığım yolculukta.
Benim nabzım şimdiki zamanda atmadı hiçbir zaman. Kanımda, geçmiş zaman deveran ederken, şimdiki zamanın üvey çocuğu oldum. O, kirli yurt koridoru şimdiki zamanım; içine girdiğim oda: geçmiş zamanımdı benim. Bir çift göz takılı kalmış, o odanın boşluğunda. Beni görünce yeniden açan yedi renkli bir çiçek gibi açan bir çift göz vardı bir zamanlar, bu odada. Bağdaş kurmuştuk bir sofranın etrafına. Ham ham gülüyorduk; o gülüşler, hain şerareler gibi birikiyor şimdi üzerimde. Ruhumun çatlağına sızan gülüş sesleri, acı damıtıyor. O bağdaş kurduğumuz yerde çok sesli bir boşluk var. O boşluk, bir beddua gibi siniyor üzerime. Bana “Ağrı Dağı’nı Efsanesi” gibi mutantan Yaşar Kemal heybetiyle yaslanan, o yedi renkli gözler, şimdi boşlukta asılı duruyor. Yazık ki, geçmişin zembereğini yeniden kuramıyorsunuz.
Cesaret nedir ki, korkunun kılıfından başka. Cesaret ne kadar azametliyse korku da o kadar büyüktür. O korkunun içinden cesaret kılıfı kuşanıyorum ve geçmiş zamanı karşıma alıyorum. Kaç zamandır, tersine yürüdüm durdum. Bu ters yürüyüşün adına da gelecek zaman dedim. O yurda, o kirli koridora girmek istemedim. Ama kaçış nereye kadar? Odaya girmiştim. Dolaplara uzandı parmaklarım. Dokundum, ürperdim. Dolaplara adlarını kazımış dostlarımdan izler vardı. Saçlarını okşar gibi, gözlerine bakıp “evet” der gibi dokundum, baktım o dolaplara. Kazınmış adlarının ve soyadların ilk harflerine dokundum. Konuştum onlarla. Susarak, çok sesli sessizliğin içinde bütün kelimelerimi kuşanarak konuştum. Dostlarımı hatırladım. O toparlanmış, bir kervan gibi yola düşmüş bağdaşları aradım. Bütün gözler içinde ışıyan, o bir çift gözü aradım.
Ben o odada bir girdabın içindeyken kapıyı bir yabancı açtı. “Ey tufan bunu saymam dedim!” Putu kırılınca inancının içi boşalan o zavallı putperestin çaresizliği çöktü üzerime. Odaya bir çift tehlikeli adım girmişti, gölgemle benim arama girerek. “Ağrı Dağı’ı Efsanesi” yerini “Tehlikeli Masallara” bıraktı. Kırkıncı gömleği çıkarttığında insan olabilecek yılan prens gibiydim; ama üzerimdeki otuz dokuzuncu gömlek Kerem’in ateşten gömleği gibi tenimde kıvılcım almıştı. O, otuz dokuzuncu gömleği bir türlü üzerimden çıkartamadım. İçeri giren bir çift tehlikeli adım, zembereğin çarkını boşalttı.
“Ama dönüş? Dönüş olmasa
Her yolculuğun sonunda
Fırtına bir gece gibi uğuldayan ruhuna”
O koridora niye gittim ki? O odaya niye girdim ki? Canım bu kadar yansın diye mi? Geçmişini anlamlandırmak için atalarının tersinden bir yürüyüş yapan antropologun tersine ben, geçmişimin anlam yükünü hafifletmek için bu koridora, bu odaya dönmüştüm. Eline geçen birkaç taş tablet ve viran olmuş mabetlerde kendisini bulduğunu sanan ve kendisini taş ve virane ile anlamlandıran antropologun elindekiler, onu mutlu ederken benim elim boştu; oysa geçmişimin anlam yükü, o boşlukta artmıştı.
Şu arsız şimdiki zaman, bize unutmayı öğretiyor. Bir secdeden eksik vecdle kalkıyorum. Alnımda seccade izi var; ama secde izi yok. “Dağılmak iyi geliyor insana/iyi geliyor boşlukta oturmak” dağılmak ve boşlukta oturmak.
“Bir zamanlar en çok sevdiğim dostum sizdiniz oysa şimdi…” kelimelerin o kadar pervasızca çıkıyordu ki ağzında… ben onları duyamıyordum bile. O gün anladım: “Her kardeş bir Yusuf’tu ötekine” Kelimelerin şakaklarıma dayanmış metal bir namlu gibiydi. Korkuyordum. Seni kaybetmek hayatımdaki birçok anıyı anlamsızlaştıracak ve ben o anılara yeniden anlam arayacaktım. Geçmişimin boşalmasıydı, anlamsızlaşmasıydı beni ürküten. “Ben seni değil sadece, bir dostumu da kaybetmiştim.” Bazen közden kalan küllerin diplerine gizli korlar gibi aydınlanırdı gözlerin; ama saman alevi kadar sürerdi. Şimdi nerdesin onu bile bilmiyorum. Belki de birkaç adımlık bir uzaklıkta birbirimizden habersiz yürüyoruz. Yanıma yaklaşan bir çift tehlikeli adım gibi.
“Kalbinden muradını almayanlar
Uzun ömür göremez!”
Yakınlığını bir anlık ayrılıkla ölçtüm
Meğer uzaklığın dudaklarımda suni teneffüs
Kalbime söz geçirmeyi yeni yeni başardım. Zembereği çözüldü kalbimin. Paslı zincirin o karanlık kuyuya inmesi gibi iniyorum kalbime. Şakaklarımda iki el silah sesi gibi çoğalıyor kelimelerin. Yerdeki kanım, şimdiki zamanımı karşılıyor; kulaklarıma dolan uğultu ise geçmiş zamanımı… Bir sala bile okumadın ardımdan. Ben tenimi şimdi bir kefen gibi taşırken, bir sala bile okumadın ardımdan. Yerdeki kanım, şimdiki zamanım; o dinmeyen uğultu ise geçmiş zamanım.
Şaire hak vermemek ne mümkün: “İnsan buharlaştığı yere benzer
Döküldüğü yere benzemez!”
O kırkıncı odadan çıktım (mı), hiçbir zaman…
Köşe yazısı; dönekler ve bildiğini yazanlar olarak iki ayrı kategorideki fikir sahiplerinin , gazete sayfasının sağ veya sol üst köşelerine yazdıkları , günlük olayları, sevgililerini , ekonomiyi , politikayı , bazen sivri dille bazen komik bir tavırla bizlerle paylaştıkları pencereciklerdir.
Örnek Köşe Yazısı: Sırrın Ağzı - Mehmet Öztunç
“Kalbini unutan neye benzer.”
Bıçağın insan tenine yaptığı yolculuklar… ve o yolculuklar öncesi ruhların duyduğu ürperti…
Bütün sakinlerinin öldüğü eve giren biri, o tanıdık ölüleri hatırlayınca neler hisseder? Tavanda biriken örümcek ağları, hangi puslu yüzlere karşılık gelir?
Geçmişine dönen ben, tenimdeki bıçak izlerini gördüm ve ruhum parçalandı.
Geçmişten şimdiki zamana uzanırken “ölü evinden hatıralar” toplamak için geçmiş zamana döndüm.
Gölgemiz mi bize yakındır; bizi izleyen tehlikeli bir çift adım mı? Gölgemin yanında bir çift tehlikeli adımla dolaştım, o kirli yurt koridorunda. Lekeli halıya karışan tahtakurularının salya kokusu, havaya kasvet katarken araladım, o incecik kapıyı. Kirpiklerim, uçlarında ıslak taneciklerle ağırlaştı. Bıçağın, iştahla köpüren tenlere yaptığı yolculuklara benzer bir kırılma yaşadım, geçmişin kuytu ve uzak kıyılarına yaptığım yolculukta.
Benim nabzım şimdiki zamanda atmadı hiçbir zaman. Kanımda, geçmiş zaman deveran ederken, şimdiki zamanın üvey çocuğu oldum. O, kirli yurt koridoru şimdiki zamanım; içine girdiğim oda: geçmiş zamanımdı benim. Bir çift göz takılı kalmış, o odanın boşluğunda. Beni görünce yeniden açan yedi renkli bir çiçek gibi açan bir çift göz vardı bir zamanlar, bu odada. Bağdaş kurmuştuk bir sofranın etrafına. Ham ham gülüyorduk; o gülüşler, hain şerareler gibi birikiyor şimdi üzerimde. Ruhumun çatlağına sızan gülüş sesleri, acı damıtıyor. O bağdaş kurduğumuz yerde çok sesli bir boşluk var. O boşluk, bir beddua gibi siniyor üzerime. Bana “Ağrı Dağı’nı Efsanesi” gibi mutantan Yaşar Kemal heybetiyle yaslanan, o yedi renkli gözler, şimdi boşlukta asılı duruyor. Yazık ki, geçmişin zembereğini yeniden kuramıyorsunuz.
Cesaret nedir ki, korkunun kılıfından başka. Cesaret ne kadar azametliyse korku da o kadar büyüktür. O korkunun içinden cesaret kılıfı kuşanıyorum ve geçmiş zamanı karşıma alıyorum. Kaç zamandır, tersine yürüdüm durdum. Bu ters yürüyüşün adına da gelecek zaman dedim. O yurda, o kirli koridora girmek istemedim. Ama kaçış nereye kadar? Odaya girmiştim. Dolaplara uzandı parmaklarım. Dokundum, ürperdim. Dolaplara adlarını kazımış dostlarımdan izler vardı. Saçlarını okşar gibi, gözlerine bakıp “evet” der gibi dokundum, baktım o dolaplara. Kazınmış adlarının ve soyadların ilk harflerine dokundum. Konuştum onlarla. Susarak, çok sesli sessizliğin içinde bütün kelimelerimi kuşanarak konuştum. Dostlarımı hatırladım. O toparlanmış, bir kervan gibi yola düşmüş bağdaşları aradım. Bütün gözler içinde ışıyan, o bir çift gözü aradım.
Ben o odada bir girdabın içindeyken kapıyı bir yabancı açtı. “Ey tufan bunu saymam dedim!” Putu kırılınca inancının içi boşalan o zavallı putperestin çaresizliği çöktü üzerime. Odaya bir çift tehlikeli adım girmişti, gölgemle benim arama girerek. “Ağrı Dağı’ı Efsanesi” yerini “Tehlikeli Masallara” bıraktı. Kırkıncı gömleği çıkarttığında insan olabilecek yılan prens gibiydim; ama üzerimdeki otuz dokuzuncu gömlek Kerem’in ateşten gömleği gibi tenimde kıvılcım almıştı. O, otuz dokuzuncu gömleği bir türlü üzerimden çıkartamadım. İçeri giren bir çift tehlikeli adım, zembereğin çarkını boşalttı.
“Ama dönüş? Dönüş olmasa
Her yolculuğun sonunda
Fırtına bir gece gibi uğuldayan ruhuna”
O koridora niye gittim ki? O odaya niye girdim ki? Canım bu kadar yansın diye mi? Geçmişini anlamlandırmak için atalarının tersinden bir yürüyüş yapan antropologun tersine ben, geçmişimin anlam yükünü hafifletmek için bu koridora, bu odaya dönmüştüm. Eline geçen birkaç taş tablet ve viran olmuş mabetlerde kendisini bulduğunu sanan ve kendisini taş ve virane ile anlamlandıran antropologun elindekiler, onu mutlu ederken benim elim boştu; oysa geçmişimin anlam yükü, o boşlukta artmıştı.
Şu arsız şimdiki zaman, bize unutmayı öğretiyor. Bir secdeden eksik vecdle kalkıyorum. Alnımda seccade izi var; ama secde izi yok. “Dağılmak iyi geliyor insana/iyi geliyor boşlukta oturmak” dağılmak ve boşlukta oturmak.
“Bir zamanlar en çok sevdiğim dostum sizdiniz oysa şimdi…” kelimelerin o kadar pervasızca çıkıyordu ki ağzında… ben onları duyamıyordum bile. O gün anladım: “Her kardeş bir Yusuf’tu ötekine” Kelimelerin şakaklarıma dayanmış metal bir namlu gibiydi. Korkuyordum. Seni kaybetmek hayatımdaki birçok anıyı anlamsızlaştıracak ve ben o anılara yeniden anlam arayacaktım. Geçmişimin boşalmasıydı, anlamsızlaşmasıydı beni ürküten. “Ben seni değil sadece, bir dostumu da kaybetmiştim.” Bazen közden kalan küllerin diplerine gizli korlar gibi aydınlanırdı gözlerin; ama saman alevi kadar sürerdi. Şimdi nerdesin onu bile bilmiyorum. Belki de birkaç adımlık bir uzaklıkta birbirimizden habersiz yürüyoruz. Yanıma yaklaşan bir çift tehlikeli adım gibi.
“Kalbinden muradını almayanlar
Uzun ömür göremez!”
Yakınlığını bir anlık ayrılıkla ölçtüm
Meğer uzaklığın dudaklarımda suni teneffüs
Kalbime söz geçirmeyi yeni yeni başardım. Zembereği çözüldü kalbimin. Paslı zincirin o karanlık kuyuya inmesi gibi iniyorum kalbime. Şakaklarımda iki el silah sesi gibi çoğalıyor kelimelerin. Yerdeki kanım, şimdiki zamanımı karşılıyor; kulaklarıma dolan uğultu ise geçmiş zamanımı… Bir sala bile okumadın ardımdan. Ben tenimi şimdi bir kefen gibi taşırken, bir sala bile okumadın ardımdan. Yerdeki kanım, şimdiki zamanım; o dinmeyen uğultu ise geçmiş zamanım.
Şaire hak vermemek ne mümkün: “İnsan buharlaştığı yere benzer
Döküldüğü yere benzemez!”
O kırkıncı odadan çıktım (mı), hiçbir zaman…